8 Aralık 2011 Perşembe

Perişan..

Adını neden Perişan koymuşlar hiç öğrenemedim. İnsan neden çocuğuna böylesine ümitsiz bir isim koyar ki? Hani derler ya insanın adı hayatını etkiler diye, Perişan bunun canlı bir örneğiydi. Gerçi adı bu olmasaydı da hayatı gerçekten perişandı. Adları Ayşe, Fatma, Meryem olanların da kaderi aynıydı zaten.

Onu ilk ne zaman gördüm hatırlamıyorum. Ben bildim bileli vardı hayatımızda. 40-45 yaşlarındaydı. Rahmetli babam ilk öğretmenlik yaptığı köyde tanımış onu. Babam genç, bekar ve oralara göre “yabancı” bir adam. Babama süt, yumurta, yoğurt getirirmiş, kocasıyla birlikte babamın tüm işlerine yardımcı olurmuş. Annemle babam evlendikten sonra daha bir aileden olmuş Perişan. Bütün köy halkı gibi çok fakir olmasına rağmen çok cömertmiş. Annemle babam ziyaretlerine gittiklerinde, yumurtlayan tek tavuğunu kesip onlara yemek hazırlamış Perişan. Zavallı annem üzüntüsünden doğru dürüst yiyememiş bile.

Okuma yazma şöyle dursun tek kelime Türkçe bilmezdi. Ama sürekli bir şeyler anlatır güldürürdü bizi. Konuştuklarını annem bize tercüme ederdi. Batman’daki evimize bir gün üstü başı kir pas içerisinde geldi. Araba bulamamış (hoş bulsa da verecek parası yoktu) kömür taşıyan kamyonlardan birinin arkasına binmişti. Beraberinde de onlarca karpuz getirmişti. Annemin ve bizim çığlıklarımız arasında kömür tozundan simsiyah olmuş karpuzları salonun ortasına yuvarladı. Yıkamak için annem Perişanı banyoya biz de karpuzları bahçeye götürdük. Hiç unutmuyorum, salonu temizlemek için de yere deterjan döküp yıkamıştık. Şimdi olsa söylene söylene yapacağımızdan eminim ama o zamanlar büyük eğlence içerisinde, keyifle, kahkahalar atarak yaptık o işleri. (Hala öyle mi pek bilmiyorum ama, yazları Batman’da evlerde halı serilmez ve serinlemek için evin içi bile yıkanır.)



            Kamyon hikayeleri bitmezdi Perişanın. Bir defasında da şöförün yanına oturmuş bize gelirken. Mimiklerinden, ses tonundan ve tek tük anladığımız kelimelerden anlattıklarının ayıp bir şeyler olduğunu anladık. Annem hepsini tercüme etmedi tabii. Yıllar sonra genç kız olduğumda anlatmıştı annem şöförün Perişanı taciz edip neler yaptığını. Ancak öyle komik bir şekilde anlatmıştı ki gülmekten üzülememiştim bile.

            Televizyonu ilk gördüğünde verdiği tepkiyi hayatta unutamam. Yine yorgun argın, kir pas içerisinde gelmiş, annem de onu yıkayıp paklamıştı. Etrafı pullarla çevrili beyaz tülbentini başına sarmış ve tülbentin bir kenarıyla da ağzını kapamıştı. (Genelde Kürt kadınlar böyle bağlarlar tülbentlerini). Biz televizyonu açınca şok oldu. Annem anlatmaya çalıştı neler olup bittiğini ama nafile. Spikerin kendisini gördüğünü sanıp tülbentini tüm yüzüne örtmeye çalışıyor bir yandan da “ Rabbaneee ev merr hamumi ditini” (Allahımmm bu adamlar beni görüyor) diye bağırıyordu. Biz ise gülmekten yerlere serilmiştik.

            Çocuk aklımızla bütün bu sıkıntılara neden katlanıyor diye sorardık anneme. O zamanlar gerçek sevginin sadece anne baba ve kardeşler arasında var olduğunu düşünüyorduk heralde. Gerçek sevginin akrabalık bağı gerektirmediğini öğretmişti bu Kürt kadın bize. Perişan bizi gerçekten seviyordu. Her geldiğinde o inanılmaz nasır bağlamış ellerini her birimizin yüzünde gezdirir, o sevgi dolu bakışlarıyla  “ez kurbanate” (sana kurban olayım) derdi. Biz de her defasında acıyan suratımızla gülümsemeye çalışırdık.
           
            Babamın tayini nedeniyle gezdiğimiz bütün köy ya da kasabada buldu bizi. İzimizi nasıl sürerdi hiç bilemezdik. Bir de bakardık Perişan kapımızda “baciiii çavani başi?” (Bacıımmm nasılsın iyi misin?)diye anneme sesleniyor. Babamın tayini Ankara’ya çıktığında kesin buraya da gelir diye aramızda konuşup gülüşürdük. Keşke gelseydi. Keşke o nasırlı elleriyle yüzümüzü okşadığında bir kez daha “ayy çok acıdı” deyip gülümsemeye çalışsaydık.
Keşke..
                                                                               Ankara 2008 / Yaşıyorsa Allah selamet versin.

Sevgili Nalan Özdemir'in kaleminden..